Uğultular

“Bu sallantı beni sabitliyor. Bilmeliyim.

Uzaklaşanlar hep var. Ve hep yakınlar.

Uyumak için uyanıyorum ve uyanışımı ağırdan alıyorum.

Gitmem gereken yere giderek öğreniyorum.”

Theodore Roethke-Uyanış

 

Sessizce olan her ne varsa zamanı kuşatır. Gece sessiz iner, güneş gürültü etmeden doğar. Hayaller sessizdir, rüyalar lâl. Tekinsiz sırlar suskun; korku ve tedirginlik hiç konuşkan değil. Unutmak gürültüden yoksundur, hatırlamaksa söze muhtaç. Ses, hayata parantez açar. Sözler sıralanır, hafıza sırra kadem basar. Geçmiş, sık ve heybetli ağaçlarının arasından boşluğunu ve karanlığını gösteren ormanın genişliği kadar mütehakkim bir yer. Etrafı baldıran otlarıyla çevrili. Dokununca zehirleyen, uzak durunca çağıran. Hiçbir şeyin sonu yokmuşçasına ve hatta geride kalışına içerlercesine kendisini hatırlatan. Eski. Huzursuz. Sanki suçlu bir gizlilik, seçeneksiz soru. Ciddi ve tuhaf. Orada her şey sus pus. Ne söylediği anlaşılmayan, yeryüzünü ürperten ince bir ses, sadece duyulan. Acıdan ve yalnızlıktan, taşa durmuş bedenlerden ve yorulan ruhlardan, kadınlardan ve onların kırılmış kelamlarından yükselen, yükselen uğultu:

“… Boşluktan alıyor kuvvetini yazılmamış ve okunmamış kil tablet… Yıllar, belki yüz yıllar sonra bulunduğunda ucu kırık, yazılarının bir kısmı kaybolmuş olacak. Olsun. Hiç kolay değil boş tablete yazılacaklar. Günlerce bekleyebilirim bunun için. O ilk kelimeyi bulmak için. Tozdan ve yaşadıklarımızdan çatlamış dudaklarımda gezdiriyorum dilimi. Kader’in hikayesini taşın üstünde yeniden başlatacak kelimeyi arıyorum.”

 

Uğultular görsel

 

Gönül Kıvılcım’ın Kader’in bedenine ve ruhuna kök salmış hikayesiyle başlayan, Nilüfer, Dolunay, Melek ve diğerlerinin hikayesiyle devam eden, şehirlerden yollara, yollardan ormana varan, sırları ve korkuları anlattığı yeni kitabı Uğultular, ketum geçmişin hatıralarıyla yüzleşmenin romanı. Hayata sessiz ve çekimser bakan, yorulmuş, örselenmiş, varlığıyla ruhunu, yeriyle yurdunu bulamamış, sevgisizliğe küs, hatırlattıklarından sebep geçmişe kırgın Kader’in uğultulu yolculuğu. Dünyanın erkeksi kabalığına ait talepkârlığa, ailenin sevgisiz bıraktığı çocukluğa karşı durabilme çabasının uzun anlatısı.

Uğultular,  hayatın mahreminden ve kendi sırrını taşımanın ağır yükünden taşıp ortaya saçılanları toplayan, topladıkça anlatan, anlattıkça güçlenen, toplumsal bağlamı içinde birbiri üzerine devrilen yılların arasında tozlanmış bir hakikati, o hakikatin gölgelediği hikayeleri unutmakla hatırlamak arasında sıkıştığı yerden çıkaran bir roman. Şehir ve beden, kader ve keder, uzun yıllar ve kısacık anlar, karanlık ve yıldızlar, “kapanmayan defterler” olan babalar, ruhlarının kalın duvarlarını aşamayan anneler, babaanneler, sırlarını arı kovanlarına saklayan dedeler, kudretine sual ettirmeyen erkekler…

“Geçmişin fotoğrafları, cebimizde, aklımızda, içimizde bir yerde hep canlı muhafaza edilen. Bize inat.  Derinlerde bir yerde suyun üstünde durmak için çırpınan. Düşününce hayat kendini diri tutmaya çalışan acı ile unutuşun kavgasından ibaret aslında. Unutmamalı ama neyi?”

Çaresizlikle umutsuzluğun sıkıştığı, kayıtsızlığını pervasızca savunan hayata itibar kazandırmak utkusuyla çıkılan o uzun yolculuğun eşlikçisi olan insanın bireysel varoluşunun ardalanına usulca sokulan Gönül Kıvılcım, Antakya ve İstanbul, şehir ile köy, önyargılar ve sorgusuz kabullenişler arasında, sizin içinizdeki geçmişin sorularına da yanıt bulmanız için geniş bir alan yaratıyor. Bu alanın tam ortasında sizi karşılayan oyuna birden kapılıp gözlerinize sıkı sıkı bağladığınız o siyah bantı çıkarttığınızda görünür oluyor her şey. Körebe… Tarlabaşı’nın duvarsız evlerini saklayan paslı kapılar, Soğukoluk’a hapsedilen kadınların bedenlerinden ve ruhlarından yükselen uğultularının yankılandığı evler, Antakya’da çocukluğun anılarına vuran güneş, Asi nehrinin kıyısı, defne ve ıhlamur ağaçları, yaz üçgeni parlak yıldızlar, sisli virajlar, babaanne muskaları, anne tembihleri, dokunulmayan bedenler, kimseye anlatılamayan rüyalar, doktorun onayına sunulan “bekaret”, yasaklar, olmazlar, yapamazsınlar, hayırlar ve taşa kesen bedenler.

“… Şimdi, diğer yarımı geri getirebilmek için yeri göğü, gökyüzündeki tanrıları, yeryüzündeki yasakları katacağım öyküme. Bir de yaz üçgenini. Lacivert yaz göğündeki yıldızları yani. Kadınların adları olmalı, yıldızlar kadar parlak adları.”

Sevilmek isteyen, istedikçe o serin, karanlık ormanın içinde kaybolan, kaybolduğu yerleri tarifleyen, söze döktükleriyle hiç yaşamamış gibi hisseden, yaşadıkça içinde yerleyeksan olanları toparlamaya çalışan kadınların hikayesiyle yüzleşen Kader’in kadınlığını, bedenini, o bedenin sokaklarını, caddelerini ve evlerini saklayan şehirlerin kovuğunu anlatışı ile Uğultular, tarihini imlemeyen zamanın ateşiyle kor olmuş acıları geçmişin ardı sıra sürüklüyor. Varolmak isterken yokoluşuna şahit olmanın yıkımıyla yaşama kaygısının peşinde savrulan kadınların kaybolduğu yerlere, kullandığı imgelerle kavis çiziyor yazar. Kâh bir tünel veyahut bir orman, kâh bir mezar taşı ya da bir mektup oluyor düşkırıklıklarının eğrildiği o yer. Uğultular, hayatın kabahatini unutmasına müsaade etmeden yüzüne vururken, kadınlara yasak ettiklerinden, yoksun bıraktıklarından, reva gördüklerinden sebep, hesabı sonraya bırakmıyor. Kader’in yasaklara ve sırlara cevabı o somut, teslimiyetsiz karşı duruş oluyor; bir bedenle, bir şehirle, bir rüyayla ve bir geçmişle…

“Bazen her şey, üzerinden çok yıllar geçmiş gibiydi. Bazen ise hepsi kısacık bir andı sanki.”

Yorum bırakın